Eyüp’ü Dünyaya Tanıtan Manzara Ustası

19 minutes, 26 seconds Read
Paylaşın

Yaşayan en kıdemli ressamlarımızdandır Naile Akıncı… ( Bu söyleşi 1997 yılında yapılmış ve Şefik Kahramankaptan’ın Resmigeçit kitabında yer almıştır) Sanata duyduğu sevginin gücüyle 1940’ların ölümcül hastalığı veremi bile yenmeyi başarmış, Cumhuriyet’le yaşıt ünlü bir peyzaj ustasıdır… Türk resim sanatının seçkin isimleri arasında, İstanbul resimleri ve özellikle “Eyüp Çeşitlemeleri” ile yer alır. Eyüp için edebiyatta Piyer Loti ne ise, resimde de Naile Akıncı odur. Naile Akıncı’nın bugüne kadarki çalışmalarından yapılan 101 tabloluk bir seçki, 1997’de üç ay süreyle Japonya’da sergilendi. Japonya’nın Niigata eyaleti, Kashiwazaki kentinde bulunan Türk Kültür Kasabası’nın “Yeşil Müze”sinde yer alan bu sergi ile ilk kez, tanınmış bir Türk ressamın sanat yaşamını tüm evreleriyle yansıtan Japon sanatseverlerle sunulmuş oldu.. Naile Akıncı ile bu sergi hazırlığı sırasında söyleşirken önce, resim sanatı ile tanışma dönemini öğrenmek istiyoruz: -1923 yılında Erzurum ve Kafkas kökenli bir ailenin ilk çocuğu olarak Van’da doğdum. Ailemiz, babam Salih Sunay’ın tayini üzerine 1928’de İstanbul’a, Kurtuluş semtine yerleşti. Resim sanatına ilgi duymam, asker kökenli amatör bir ressam olan amcamın bizi ziyaret etmek üzere İstanbul’a gelmesi ve bizde kalması ile başladı. Amcam da babam gibi askerdi. Bizdeki konukluğu süresince her fırsatta resim yaptığını ve benim onu büyük bir hayranlıkla izlememden büyük bir mutluluk duyduğunu anımsıyorum. İlerideki tüm yaşantımı etkileyecek bu ziyaretinden sonra, ailevi bir nedenden ötürü amcamı bir daha göremedim. Ben o esnada Feriköy 17.ilkokulunda öğrenciydim. 1935’de Nişantaşı Kız Ortaokulu’na girdim. – Resim öğrenimine yönelmeniz nasıl oldu? – Ortaokulda resim öğretmenim İhsan Hanım, Sanayi-i Nefise’nin ilk kız öğrencilerindendi. Öğrencisi olduğum andan itibaren, bana özel ilgi göstermeye ve Akademi’ye gitmem için yönlendirmeye başladı. Ressam olmak benim de başlıca amacımı teşkil etmekle birlikte, babam ısrarla doktor olmamı arzuladığından, o günkü aile yapımız içerisinde babamın istekleri dışına çıkmam, kendi isteğimi açıkça ifade etmem mümkün değildi. Ancak, o yıllar ailemiz için fırtınalı, dramatik ve art arda şanssızlıkların ortaya çıktığı senelerdi. Yirmi bir gün arayla, annemi ve kız kardeşimi kaybetmiş, babamla yalnız kalmıştım. Üzüntü içerisinde geçen günler etkisini göstermiş, hastalanmıştım. Bu koşullar altında ağır bir eğitim dönemini başarmam ve doktor olmam imkansız olduğundan, asıl isteğimi ve ressam olma arzumu ilk kez doktorum Prof. Dr. Müfide Küley’e açtım. Normal koşullar altında, Erzurumlu olan ve tipik bir asker yapısı sergileyen babam bu isteğimi olumlu karşılamazdı. Ancak, doktorumun dirayeti ve babamın, aydın, ileri görüşlü bir Çerkes kadını olan anneme “benim eğitimimi engellememe” konusunda verdiği asker sözünü hatırlaması sonucu hayatımın en önemli problemini hallettim. – Akademi’nin resim bölümüne hangi yıl kaydoldunuz? O yıllarda sizinle birlikte kimler kaydolmuştu? – 1938-39 döneminde, ilk kez açılan giriş sınavını kazanarak, Akademi’nin resim bölümü orta kısmına kaydoldum. Fındıklı’da, sonradan yanan tarihi binada, sanat yaşamına birlikte başladığımız arkadaşlarım arasında ilk aklıma gelenler olarak; merhum Haşmet Akal, Hüseyin Bilişik, Fethi Kayaalp, Neşet Günal, merhum Nihat Akyunak ve Nasip İyem’i sayabilirim. Gerek benim kuşağım açısından, gerekse ağabeylerimiz konumunda olup, Léopold Lévy atölyesinde birlikte çalıştığımız Nuri İyem, Turgut Atalay, Avni Arbaş ve Selim Turan gibi Türk resmine damgasını vuran sanatçılar açısından, Léopold Lévy’nin Türkiye’ye getirilmiş olması büyük bir şanstı. Akademi’ye yeni bir yön vermek üzere getirilen, Yahudi kökenli olması sebebiyle harp yıllarında da İstanbul’da kalan bu güçlü eğitimci; bizim ve bizden önceki kuşağın yetişmesinde çok büyük bir pay sahibi olduğu gibi, ileride bizlerin atölye hocaları olacak olan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nurullah Berk, Zeki Kocaemi, Cemal Tollu gibi sanatçıların Akademi’ye asistan olarak kabullerinde ve atölye sahibi olmalarında da önemli pay sahibi olmuştu. – Lévy’nin öngördüğü eğitimin özelliği neydi? Bu eğitim sizi ve sizin kuşağı nasıl etkiledi? – Lévy öğrencisinin doğal eğilimlerine, psikolojisine, psikolojinin icraya yansımasına önem verirdi. Akademi atölyelerindeki kuru, akademik resim çalışmalarına bir anlamda son vererek, çağdaş heyecanı ve doğaya yepyeni bir gözle bakarak açılmayı resim atölyeleri şefi olarak hakim kılmış, Türk resim sanatında “Üçüncü Yeni”nin oluşumunun en büyük destekçisi olmuştur. Lévy gelmeden önceki dönemde kupkuru, öğrencinin gelişimine olanak vermeyen akademik anlayış terk edilerek; sağlam ve klasik temellere dayanan, aynı zamanda öğrencinin kişiliğinin ortaya çıkmasına olanak veren bu yeni eğitim anlayışı ile Türk sanatçıları gerçek kimliklerine kavuştular. Burada altını çizerek vurgulamak istediğim hususlardan biri de şudur: Lévy batıdan körü körüne aktarılan, özgün olmayan bir anlayışı asla desteklememiştir. Bir kısım yazarlar tarafından,, bence son derece yanlış olarak iddia edildiği gibi “D” Grubu’nun baş destekleyicisi olmadığı gibi, Batılı ustalardan körü körüne aktarılan bir resim anlayışının ülkemize hakim olmasını asla arzulamamıştır. Bu nedenle “Yeniler Grubu”nu ve bu gruba mensup olmakla birlikte aynı ortak değerleri benimseyen öğrencileri sürekli destekleyerek, Türk resmine küçümsenmeyecek ölçüde katkılarda bulunmuştur. – Eğitim sürecinizde sizi başka neler etkiledi? – Galeride Nurullah Berk, Şefik Bursalı ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencisi oldum. Lévy’nin isteği üzerine, onun özel atölyesine devam ederken tüberküloz olunca öğrenimime iki yıl süreyle ara verdim. 1941’de bıraktığım yerden başlayarak, Léopold Lévy ve Zeki Kocamemi atölyelerinde çalışıp 1943 yılında orta kısımdan mezun olmama karşın, hastalığım tekrarladığından, altı yıl süreyle öğrenimime ara vermem zorunlu oldu. Tedavimin sonuçlanması üzerine, Akademi’nin yüksek resim bölümü Zeki Kocamemi atölyesine 1949 yılında kaydımı yaptırdım, 1952 yılında da bu atölyeden mezun oldum. Tekrarlayan hastalığım sebebiyle kopuk, fasılalı bir öğrenim dönemi geçirdim. Ancak, tam anlamıyla gönül verdiğim resim bana yaşama gücü verdi. Sağlıksız olmama karşın azimli ve mücadeleci kişiliğim sayesinde öğrenimimi tamamlayabildim. Burada, 1940 yılında tanıdığım hocam Zeki Kocamemi’ye olan minnet duygularımı ifade etmeden geçemeyeceğim. Artistik düzeyi olağanüstü nitelikte olan güçlü sanatçı; insan ve eğitimci olarak da, tüm sanatçıların ve eğitimcilerin örnek alması gereken bir yapıdaydı. Yapabileceklerimin ve gerçek gücümün ne olduğunu çok iyi bilen bu büyük sanatçı; güçlü öğretisiyle olduğu kadar,müşfik, nazik ilgisiyle de beni yönlendirdi. Türk resmine arkadaşı Ali Çelebi ile “İkinci Yeni”yi getirerek damgasını vuran hocamız, sanatçı onurunu her şeyin üstünde tutan ve bundan asla taviz vermeyen yanıyla da öğrencilerine ve sevenlerine de önderlik etmiştir. Hiçbir zaman otoritesi ile o yıllarda akademiye yeni yön bir veren ve doğru bir çehre kazandıran Léopold Lévy’nin çevresinde dolanan, bilahare harp yıllarında onu itelemeye ve sonraki yıllarda yazıları ile her şeylerini borçlu olduklarını bu sanatçıyı küçümsemeye tevessül eden hocalar grubuna dahil olmamıştır. Kolayın,bezirganlığın ve gösterişin karşısında kalarak, öğrencilerine de daima bu zor ve çileli, ancak onurlu yolu tercih etmelerini salık vermiştir. 1959’da çok genç yaşta ölümü ile, Türk resim sanatı sadece güçlü bir hocasını değil, yeri asla doldurulamayacak bir büyük ustasını da kaybetmiştir. – Kocamemi’yle ilgili unutamadığınız bir anınız var mı? – Olmaz olur mu? Öğrenciliğim esnasında 1950 yılında evlenmiş, 1952 yılındaki mezuniyetimi müteakip çeşitli hayat gaileleri arasında, sanki okuldan uzaklaştığım için resim yapamayacakmışım, resmim gerileyecekmiş gibi bir takım duygulara kapılmıştım. Bu duyguların etkisi ile, sık sık atölyeyi ve hocayı ziyaret etmeye, yaptığım işleri gösterip tenkitlerini almaya başlamıştım. Bu ziyaretlerin birinde hocam, “Naile, sana uzun zamandır armağan etmeyi düşündüğüm bir şey var. Bunu en iyi biçimde değerlendireceğine ve saklayacağına inanıyorum. Hedefine ulaşmak için sarf ettiğin çabaların ve mezuniyetinin anısı olarak, sana Münih’te yaptığım eskizlerin yer aldığı defterimi veriyorum. İleride bunu Cengiz’e verirsin” diyerek, 78 parça eskizinin yer aldığı albümü hediye etmişti. O esnada 8 aylık oğlumu da işin içine katmak suretiyle bana sanat yaşamımın en büyük ödülünü verdiği gibi, ileride yapacağım çalışmalar için manevi güç verdi. Sonraki yıllarda, çalışmalarım yurt içinde ve yurt dışında çeşitli eleştirmenler tarafından değerlendirildi, yapıtlarım müzelere kabul edildi, her biri benim için önem taşıyan birçok ödül kazandım. Ancak, bunların hiçbiri beni hocamın armağanı kadar etkilemedi. Arzusuna uyarak bu eskizleri sakladım,, 1979’da, ölümünün 20.yılı dolayısı ile Akademi’de düzenlenen “Zeki Kocamemi Retrospektif Sergisi”nde bu eskizlerin ilk kez gün ışığına çıkartılmasını sağladım. – Resimde ne aradınız, ne buldunuz? – Resme olan sevgimle, 1940’lı yılların ölümcül hastalığı olan veremi yendim. Resim, bana yaşama gücünü ve mücadele azmini kazandırdı. Esasen sanat hayatına atıldığım, daha doğrusu sanat eğitimine başladığım 1930’lu yılların sonunda ve daha öncesinde, ressamlar ve ressam adayları için maddeten bir şey bulmayı düşünmek ve hatta ümit etmek diye bir şey söz konusu değildi. Gerek benim kuşağım, gerekse önceki kuşaklar, salt sanat aşkı ve sanat sevgisi ile resme yönelmiş, olanakları ölçüsünde Türk resminin bugünlerini hazırlayan adımları atmışlardır. Bu açıdan bakılırsa, hocalarımızın kuşağının çektiği sıkıntılar yanında, benim kuşağımın günümüzde elde ettiği maddi olanaklar gözönünde bulundurulduğunda; sanat hayatına atılırken asla ümit edemeyeceğimiz şeylere kavuşmamız sebebiyle, kendimi ve kuşağımdaki sanatçıların bir bölümünü şanslı bulduğumu da söyleyebilirim. – Sanat çevrelerinde ‘Eyüp ressamı’ olarak tanınıyor, genellikle oluşturduğunuz ‘Eyüp çeşitlemeleri’ ile anılıyorsunuz. Eyüp semti sizi nasıl bu kadar etkiledi? – 1950’li yılların başlarından beri İstanbul’un ve özellikle Eyüp’ün, mistik atmosferiyle beni en çok etkileyen yöre olduğu doğrudur. Benim açımdan, kullandığım teknik gibi, konu da bir araçtır. Bu nedenle ister atölyemde, ister doğanın karşısında kalmak suretiyle Eyüp’ten yaptığım tüm çalışmalarımda diğer yapıtlarımda olduğu gibi hiçbir zaman konuya saplanıp kalmamaya özen gösterdim. Konu, beni için daima bir hareket noktası olarak kaldı. Kırk beş yılı aşkın süredir ısrarla bu çeşitlemeleri oluştururken, adeta kendi kendimi sınayarak öznel bir yoruma ulaşmayı, tekrar değil, kendi plastiğimi aşmayı hedefledim. Tabii ki bunlar, yapıtlarımı oluştururken artistik ve plastik açıdan duyduğum endişelerdir. Yapıtlarımın bu endişelerim ve ilkelerimle ne denli uyuştuğunu veyahut ne denli başarılı olduğunu bilemem. Esasen 1952’deki mezuniyetimi müteakip, sadece Eyüp konusunu değil, çeşitli konuları işledim. Eyüp çeşitlemeleri ve Eyüp konusunun benimle bir anlamda özdeşleştirilmesi, değerli eleştirmen Turgay Gönenç’in on yılı aşkın süredir yazdığı çeşitli makaleler sonucu gündeme geldi. Hatta, 1993’de, o günün koşullarında en geniş kapsamlı salon olan İzmir Devlet Resim Heykel Müzesi salonlarında retrospektif sergim düzenleniyordu. Bu serginin sadece bu temanın retrospektifi niteliğinde olması, kırk yıllık bir zaman sürecinde oluşturduğum, çeşitli resmî ve özel toplanacak olan yapıtların değerlenmesi yine Turgay Gönenç ve diğer bir eleştirmen Mehmet Ergüven tarafından öngörüldü. Bu sergide yer alan 86 parça yapıtın büyük çoğunluğunun yer aldığı ‘Eyüp’te Zaman 1953-1993 Naile Akıncı’ isimli kitabım Kültür Bakanlığı’nın da desteği ile yayınlandı. Bunun sonucunda, adeta diğer bütün temalarım unutularak Eyüp’le özdeşleştirildim.   – İstanbul panoramasının derinliklerini veren peysajlarınızın yanında, sizi etkileyen yöreler arasında Marmara ve Ekinlik adalarının da özel bir yeri olduğu biliniyor. Bu yörelerin tuvallerinize ne tür bir yansıması oldu? – Marmara Adası’na eşimin deniz tutkusu sonucu ilk kez 1962 yılında gittik. O yıllarda hemen göze çarpan bozulmamış doğal yapı, mahalli renkler ve karakterler, insanların renkli ve aynı ölçüde saf kişilik yapıları beni etkiledi. Bir anlamda ada insanları benim figür sorunlarına tekrar eğilmeme neden oldular. Özellikle balıkçılar, adalı kadınlar ve yaz aylarında adayı mesken tutan çingeneler tuvallerime konu oldu. Bu yıllardan itibaren mahallinde yaptığım eskizlerden yola çıkarak oluşturduğum figürlü düzenlemeler de belli başlı temalarım arasına katıldılar. Ayrıca, bu adalardaki yok olmaya yüz tutan ve hatta acımasızca yok edilmeye devam edilen karakteristik mimari yapılar, sayıları gittikçe azalan takaları konu alan düzenlemeler de peysajlarıma konu oldular. Turizmin kısmen de olsa yozlaşmaya neden olması sonucunda; 1979’da yaz aylarını Ekinlik Adası’nda geçirmeye karar vererek, yazlık konutumuzu burada inşa ettik. Bu adanın hâlâ korunan doğası ve özellikle kadınları beni son derece etkiledi. Bu etkinin hâlen sürmesi sonucu, Ekinlik Adası insanları ile birlikte tuvallerime konu olmayı sürdürüyor. – Sanat yaşamınıza başlarken hedeflediklerinizi yapabildiniz mi? Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz? – Kanaatimce; gençlik yıllarımda kurduğum hayallere ulaştım, hedeflerimin tamamını gerçekleştirdim demek cesaretini gösterecek bir sanatçıya rastlamak olanaksızdır. Bu sonuca ulaştığını iddia eden sanatçı öncelikle kendi gelişimine set çekmiş olur. Kendi açımdan şunu söyleyebilirim; gerektiğinde objektif ve sübjektif koşullar ile, ama en çok kendimle mücadele ederek geçirdiğim sanat yaşamımda inanmadığımı asla yapmadım. İnanmadığımı yapmamak ile, sanatımdan ödün vermemeyi kastediyorum. Hedeflediğim ressam olabilmek için ne düşündüğüme gelince, bu ümidimi gerçekleştirmek için Tanrı’dan bana biraz daha zaman ve biraz daha sağlık vermesini diliyorum. Herhalde bu istem, bütün sanatçıların ortak dileğidir. – Son yıllarda ressamları cinsiyetlerine göre sınıflandırma ve “kadın ressam” nitelemesini ön plana çıkarma gibi bir eğilim var. Sizce ne denli doğru bu? – Ressamları cinsiyetlerine göre sınıflandırmak bence yanlış… Kanaatimce , iyi ressam, vasat ressam, zayıf ressam ayrımına gidilmeli. Ayrıca, yaşayan sanatçılar arasında bugünden doğru bir sonuca ulaşmak mümkün olmadığı gibi, bu husustaki kesin hükmü izleyiciler ve zaman verir. Yine, bazı değerlerin ve ilkelerin hâlâ yerli yerine oturmadığı ve hatta bilinçli olarak erozyona uğratıldığı ülkemizde ‘kadın ressam’ konusu ve bu konunun çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından değerlendirilişi oldukça nazik ve netameli bir konu. Bana Türk resmi içinde, cinsiyeti göz önüne almaksızın, gerçek ressam olarak vasıflandırabileceğiniz kadın ressamları belirt derseniz, adlarını belirteceğim has ressamlar ile, bu konuyu ne şekilde algıladığımı anlayabilirsiniz. Kronolojik bir sıra ile bu isimleri sıralamak gerektiğinde; Mihri Müşfik Hanım, Sabiha Bozcalı, Fahrinnüsa Zeid, Aliye Berger, Saime Belir, Şükriye Dikmen, Leyla Gamsız, Tiraje Dikmen, Müşerref R.Köktürk, Ruzin Gerçin, Kainat Pajonk, Jülide Atılmaz, Neşe Erdok, Hale Sontaş, Gülseren Südor gibi gerçek ressamlar, kanaatimce, Türk kadınının yüz akı oldukları kadar, Türk resmine de damgasını vurmuş sanatçılardır. – Japonya’da retrospektif serginizin düzenlenmesi nasıl gündeme geldi? – 1996 aralık ayında, Ankara’da kişisel sergimin açılış kokteylinde, aralarında iki Japon izleyicinin de bulunduğu dört kişilik bir grup benimle tanışmak istedi. Galerinin gönderdiği katalogda yer alan yapıtlardan etkilenerek sergiye geldiklerini ve sergiyi çok beğendiklerini söyleyerek, dört adet yapıtı satın aldılar. Biz gösterdikleri bu ilgi üzerine, kendilerine 1993’te yayınlanan ‘Eyüp’te Zaman 1953-1993 Naile Akıncı’ kitabını armağan ettik. Sergiye ilgi gösteren bu işadamlarından biri, geçen yıl Japonya’nın Nigata Eyaleti, Kashiwazaki kentinde açılan Türk Kültür Kasabası’nın başkanı olan Toshiyuki Koiwa, diğeri de kasabada açılan müzenin müdürüymüş. Bu olaydan takriben iki ay kadar sonra, Toshiyuki Koiwa’nın mektubunu aldık. Mektupta kasabanın başkanı tarafından “Türkiye’yi ziyareti esnasında sanatımı bizzat takdir ederek, eserlerimden etkilendiği ve onları Japon halkına tanıtmak isteğinin kendisinde uyandığı” belirtiliyordu. 1 Temmuz-1 Ekim 1997 tarihleri arasında kasabanın “Yeşil Müze”sinde bir sergimin düzenlenmesinin arzulandığı ve bunun için eserlerin gönderilmesi rica ediliyordu. Ayrıca, “Türkiye ile olan uzak mesafeye rağmen yürekli sanatımın Japonya’da geniş bir yankı uyandıracağını düşündükleri ve amaçlarının Japon halkına gerçek Türk kültürünü tanıtmak olduğu…” açıklanıyordu. Ve bu mektuptan sonra olaylar hızla gelişti: 2 Mart 1997 tarihinde Türk Kültür Kasabası başkanı Koiwa, kasaba yetkilileri, Türk Kültür Kasabası’nın Türkiye temsilcisi Ümit Güreli, tercümanları ile birlikte beni evimde ziyaret ederek tekliflerini tekrarladılar. Türk Kültür Kasabası’na destek veren iki müze müdürü ve bir sanat eleştirmenine yapıtlarımı gösterdiklerini, bu kişilerden aldıkları son derece olumlu eleştiriler üzerine sergiyi düzenlemeye karar verdiklerini, serginin her nevi nakliye, sigorta, gümrük, afiş, broşür, kitap, kokteyl giderlerinin kendileri tarafından karşılanacağını, ayrıca benim sağlık sorunlarım nedeni ile bana refakat etmesini arzuladığım kişiyi serginin açılışında Japonya’da ağırlamak istediklerini açıkladılar. Japonya ve Japon sanatseverlerin son yıllarda Batı resmine gösterdikleri yoğun ilgi de gözönüne alındığında, yapılan bu teklif beni onurlandırdığı gibi, son derece de mutlu kıldı. – Sergiyi nasıl hazırladınız? – Haziranda Ankara’da randevulaştığımız Japon yetkililere ve Türkiye temsilcisine 97 parça yağlıboya tabloyu teslim ettik. Sergi müze koleksiyonundaki 4 yapıtım ile birlikte 101 parçadan oluşuyor. Bu tablolar arasında; 1950’li yıllarda Akademi’de yaptığım Nü’ler, diploma konkuru için hazırladığım düzenlemenin yağlıboya eskizi ve 1953 yılından bu yana oluşturduğum yapıtlardan örnekler yer alıyor. Sergi nedeniyle çıkarılacak kitapçıkta Tokyo Büyükelçimizin önsözü, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyelerinden Dr. Kıymet Giray’ın sergiyi Japon izleyicilerine sunuş yazısı Türkçe ve Japonca yer alıyor. Sergi broşürü ve biletlerde, “Ortaköy’den Görünüm” isimli, 1996 tarihli yapıtımın renkli baskısını kullanmışlar. Japon Veliaht Prensi Mikasa’nın himayesinde açılacak olan sergiye giriş ücreti olarak 300 Yen (yaklaşık 400000 TL) bilet bedeli saptanmış. Japon yetkililer tarafından yapılan hazırlıklar ve bize aktarılan bilgiler beni ve arkadaşlarımı son derece mutlu kılarak etkiledi. Ülkemizdeki yetkililerin sanata ve sanatçıya verdikleri değer ve kısır çekişmeleri düşündüğümüzde bu sevincin yerini iç burukluğu aldı. -Türk resminin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz? -Özellikle 1970’li yılların başından itibaren gerek yeni olanakların belirmesi, gerekse bu olanakları gerektiği gibi değerlendiren çok güçlü ve yetenekli gençlerin sivrilmesi gözönüne alındığında, Türk resminin geleceğine iyimser gözle bakmamak mümkün değil. Bu dönemde yetişen sanatçılar arasında; özellikle çok genç yaşta kaybettiğimiz Burhan Uygur’u, Jülide Atılmaz’ı ve Aydın Ayan’ı olağanüstü düzeydeki kişilikleri ve yapıtları ile birer fenomen olarak görüyorum. Bu sanatçıların yapıtları, kanaatimce ‘kalıcılık’ vasfına eriştiği gibi, burada ismini sayabileceğim en az yirmi genç sanatçımızın yapıtlarının da gelecekte salt Türk resmi içinde değil, dünya resmi içinde belirli bir yer işgal edeceğine inanıyorum. Devletin ve kurumların sağladıkları veyahut sağlayabilecekleri olanaklar yerinde kullanılarak benim kuşağımın sanatçılarının önündeki en büyük engel olan ‘subjektif koşulların etkisi ile değerlendirme’ yerine, ‘objektif koşulların etkisi ile değerlendirme’ ilkesi Türk resmine hakim kılındığı takdirde, sanatçılarımız temel problemlerini halledeceklerdir. ŞEFİK KAHRAMANKAPTAN İstanbul, 1997

Benzer Haberler